Anneler Kıymetlidir Onlara Hürmet Edelim
Anneler kıymetlidir onlara hürmet edelim. Bir çocuk nasıl büyür. Bu sorunun cevabını en iyi anneler verir. Zira dokuz ay anne çocuğu karnında taşır. Bu zaman zarfında hem ağrı ve hem de sıkıntı çeker. Dünyaya “Merhaba!” diyen yeni birey uzun yıllar annesine çile çektirir. Elbette aile bireylerine özellikle de annelere uzun zaman eziyet ve sıkıntı verse de tatlı bir zorluktur. Bu zaman zarfında anneye destek olacak yakınları varsa, anne bu zorlukları daha kolay atlatılabiliyor.
Eski zamanda annelerin görevi daha fazlaydı. Kalabalık ailede; yemeğin yapılması, çamaşır ve bulaşıktan sonra zaman kalırsa ancak anne çocuğuyla özel zaman geçirirdi. Evin hanımı hem çocuk bakar, hem evin işlerini yapar -köylük yerdeyse- hem de tarlada çalışırdı. Eğer evde kendi ihtiyaçlarını görecek kadar sağlıklı bir yaşlı varsa, tarladan gelene kadar çocuk ona emanet olunurdu. Zaman zaman çocuklarına yürek yakan kazalar olur, ihmaller sonucu epey kötü hadiselerden kaçınılamazdı. Böyle durumlarda dahi anneler yüreklerine taş basar, hayattan kopmadan, hayata sarılırdı. Yaşadıkları acılar ve zorluklar, onları kolay kolay yıldırmazdı. Anneler kıymetlidir anneler her zaman sabreder.
Evlilikle Başlayan Yeni Hayat Sürprizdir
Bunun yanında gelin hanımın yeni evinde kaynana, kaynata da varsa işi biraz daha zor olurdu. Zira her kaynana gelinini kızı gibi görmez, ona yardımcı olmazdı. Elbette bunun tam tersi de olabilirdi. Tam aksine gelin hanım uyumsuz yapıya sahipse; söylenen her söz zoruna gider, her davranış ortamı gererdi. Oysa anneler kıymetlidir bunu gelin veya damat bir kabullense, birçok sorun oluşmadan çözülecektir.
Zaman içinde kız çocukları karış karış, yudum yudum büyür. Genç kız olup evlenirler. Oysa izdivaçla baba evinden daha fazla çalışacağını bilir. Bu zorluğu bildiği halde genç kızlar evlenip yuva kurar. Bu dünyanın düzeni, hayatın kuralı veya genç kızların hayattaki rolüydü. Bütün bunları genç kızlar biliyor ve kabulleniyor;
- Hem anne
- Hem evin hanımı
- Hem evin kızı olurdu.
Dünyaya gözünü açan çocuk bu hengâmede düşe kalka büyürdü. Annesi peşinde derbeder olur, çocuğunun sağlıklı ve mutlu yaşaması için kendini feda ederdi. Elbette kültürümüzde tek çocuk seçeneği pek yoktu. Geçmişte ailelerin çok sayıda çocuğu olur ve bir anne hepsine yetmeye çalışırdı.
Hayat şartları zaman içinde birçoğumuzun köyde kalmasına mani oldu. Köylüler akın akın büyük şehirlere göç ettiler. Tarlasını, tapanını, evini barkını satan köylüler büyük şehre yerleşti. Elbette bundan elli, atmış sene önce İstanbul böyle gelişmiş değildi. Su yok, elektrik yok, yol yoktu. Bir miktar parası bulunan kimseler taksitle arsa alıp üzerine gece kondu yapardı. Kimse bunu yadırgamazdı. Önce bir göz odası olur, zamanla iki göz derken ev genişlerdi. Elbette ailenin de birey sayısı artardı. Ama annelerin yükü artsa da gocunmazdı bu yüzden anneler kıymetlidir kıymetini bilmeliyiz.
Köyünden Şehre Gelen Aile Mağdurdu
Köyden şehre gelen 35 yaşındaki kadın, son çocuğunu bir göz odalı gece kondu da dünyaya getirdi. Doktor veya ebe lüks olduğu için evinde, komşu kadının yardımıyla çocuğunu doğurdu. İki çocuğu vefat etmesine rağmen dört çocuğu da sağlıklı şekilde yaşadı.
İstanbul’a gelen ailenin reisi arsa alınca beş parasız kaldı. Geçinmek, ailesine bakmak için ne işler yapmadı ki. İnşaatlarda amelelik, sokakta hamallık fabrikada işçilik, tek işi çalışmaktı. Bu insanların, yani bu anne ve babaların yıllık izinde tatile gidip deşarj olma gibi düşünceleri yoktu. Anne babanın tek amacı bir iki göz gecekondu evde çocuklarının rahat etmesini, karınlarını doyurabilmesini sağlamaktı. Bu nedenle anne ve babanın tek ödevi çalışmak ve ailesine bakmaktı. Çektikleri çile, çektikleri sıkıntı, yaşadıkları umutsuzluklardan gocunmazlardı.
Ödev insanıydılar, ödevini yaptılar. Zorluk ve sıkıntı içinde çocuklarını büyüttüler. Okumak isteyeni okuttular. İşte çalışmak isteyen işte çalıştı. Yaşı gelip evlenmek isteyen yuvasını kurdu.
Bu ebeveynin hayat macerası başlangıçta da sıkıntılıydı. Bulgaristan zulmünden kaçıp Türkiye’ye gelen göçmen insanlardı. Biri on sekiz yaşında, diğeri on bir yaşında Türkiye’ye geldi. Ne yazık ki çok odalı betonarme evlerini, tarlalarını, hayvanlarını, hayatlarını orada bırakıp beş parasız Türkiye’ye geldiler. Sıfırdan başladılar, kiminin babası vefat etmişti, kimisinin anası. Bu hengâmede yeniden hayat kurdular, yeniden yaşadılar.
Şimdi; iki ailenin iki genci de kendi çocuklarını büyütüp el içine kattılar. Çocukları büyüdüğü için artık rahat edeceklerdi. Öyle ya onca sene çocukları için çalışıp çabaladılar, artık kendileri için yaşayacaklardı. Çalışmadan, oturarak, yatarak, bakınarak hayatlarına huzur içinde devam edeceklerdi.
Hayatta Plan Yaparız Ama Sonucu Bilemeyiz
Elbette planları böyleydi. Ama planın nasıl işleyeceği bilinemezdi. Emekli aylığına yeni kavuşan, zorluklarla hayatını kazanan adam fazla yaşamadı. Mezarlık evlerine yakındı. Gözü açık giden adamı götürüp mezara defnettiler. Evin iki direğinden biri gitmiştir. Ama o zamanlardaki fakirlikte, o yoklukta bile ele güne muhtaç olmadan dişiyle tırnağıyla yaptıkları evlerinde yaşadılar.
Evin kadını çilekeş anne yalnız kaldı. O da ömrünü sığdırdığı çıkınını topladı ve çocuğunun yanına geldi. Yeni gelinler yaşlı kadının bir köşede saksı gibi durmasını istedi. Öyle değil mi? Artık kadın yaşını almış, işten güçten de takati kesilmişti. Ortalık yerde dolaşıp gençleri rahatsız etmemeliydi. Sessizce bir köşede oturup yemek verilince yemeli, su verilince içmeliydi. Anneler kıymetlidir bunu bildiğimiz halde onlara bunu niye göstermiyoruz.
Oysa yaşlı anne çocuğunu büyütüp iş güç sahibi yapana kadar ne zorluklar çekip ne fedakârlıklara katlandı. Dört çocuğunu gözünü kırpmadan, mertçe yetiştiren anne artık yaşlıydı. Zira zamane gelinlerinin gözünde, torun torbanın gözünde yaşlı nineleri köyde yetişmiş, cahil biriydi. O hiç bir şey bilmezdi, bildikleri de yanlıştır. Bu nedenle hiçbir şeye karışmadan bir köşede durmalıydı.
Zamane gençlerinin birçoğu maalesef; halden dilden gözyaşından hiç anlamıyor. Bir çoğu hayatı tozpembe görüyor. Gülüp eğlenmek veya uğraştığı işiyle meşgul olmaktan öte gitmediğini düşünüyor. Genç ve dinç gelin anne de aynı yanılgıyı yaşıyor. Oysa kendisi de çocuklarını yetiştiriyor ve sıkıntılar çekiyor. Gençliğin ve dinçliğin verdiği güçle kendiyle ilgili konularda ayak diretir, dediğini yaptırır.
Yaşlı Kimselerin Hayatı Oldukça Zordur
Oysa insanda; yaş haddini aştıktan sonra yaşlıya ne olur? Hadi birlikte bakalım istisnalar dışında yaşlı kimselerin yaşadıkları hayat bu şekildedir.
Romatizma ve kemik erimesinin tetiklemesiyle bacaklardaki ağrı dinmemek üzere devam eder. Dizler bükülmez; oturup, kalkmak zorlaşır. Kısa mesafe yürüyüşler bile o kimsenin takatini keser. Elbette kulaklar az duymaya başlar ve zamanla çok az duyacak hale gelir. Öyle hale gelir ki kapı zilini dahi duyamaz. Elbette birçok yaşlı kimsede olmazsa olmazlardan biri de gözlerdeki damar çatlamasıdır. Çoğu yaşlı düzenli olarak gözlerinden iğne olur ve zamanla bunun da faydası olmaz. Bedenen güçsüzleşen yaşlı annenin dışarıyla irtibatı kesilir. Günümüzde kopma noktasına gelen akrabalık ilişkileri bayramlarda da noktalanma aşamasına geldi.
Çekişten düşen kadın artık çocuklarından birinin yanına sığınmak zorundadır. Ve bu büyük bir meseledir. Gelinler kaynana kahrı çekmek istemez. Genelde yaşlı kadının çocukları analarına bakmak için süre belirler. Zinhar bakma gününün aşmasın istemezler. Zira yük ağırdır. Yaşlı ve aciz bir insanın yanına oturup iki kelam etmek zordur. Çünkü kadına iyice yaklaşıp duyacağı kadar bağırman lazımdır. Zamanla kaynananın oturup kalkması, yemesi içmesi dahi göze batar. İyi de dese kötü anlaşılır, kötü de dese kötü anlaşılır. Eğer bir ailenin sorunu yoksa, sorun olarak kaynananın o evde yaşaması yeterlidir.
Zira her zaman fî tarihinde yaşanmış tatsız durumlar temcit pilavı gibi gün yüzüne çıkar. Bir de gelin hanım etkili ve tepkili biriyse zihninde kurduğu hayal dünyasını çocuklarına da aktarır. Netice itibarıyla evin düzenini bozan bir suçlu vardır. Duymakta ve yürümekte olduğu gibi konuşmakta dahi zorlanan kadına torunları da artık düşmandır. Oysa eskilerde anneleri çocuklarına kızdıkça o torunlarını korurdu. Nine aynı zamanda torunlarını harçlıksız da bırakmazdı.
İnanıyoruz Ama Neden İnandığımız Gibi Yaşamıyoruz
Oysa düşünmek lazım? İnandığımız Kitap, İnandığımız Yaratıcı dahi yaşlı kimseye “Öf!” bile demeyi yasaklamamış mı? Bunun yanında Yaradan yetmiş yaşından itibaren yaşlının hesabını hafifletmeye başlıyor, doksanını deviren kimselerden namaz bile düşerken gençler bunu niçin düşünmez.
Yaşlılık tek başına dahi bir insana eziyet ve cezadır. Gençliğinde coşup, yerinde duramayanların oturdukları yerden kalkmaya artık mecalleri yoktur. Bu acı ve ıstırap onlara yeterken, sağlıklı ve genç bireylerin yaşlıları yok sayması ne kadar doğrudur. Bitmeyen mahpuslukları yanında bir damla sevgi isteyip onu aramaları hakları değil midir? Bütün hayatları pencereden etrafı seyretmektir. Yapabildikleri, güçlerinin yettiği sadece budur. Elbette güçleri nispetinde ev işi de yaparlar ama bu görülmez. Zira görülmek istenmez. Oysa gençler bilmez ki bu yaşa gelen o kimselerin ne tecrübesi var, hayatın neleriyle mücadele etmiştir.
Gencim ve Dünya Benim Etrafımda Dönüyor
Dünya gençlerin etrafında dönüyordur. Onların duyguları, istekleri yapacakları ve yapılmamasını istedikleri liste o kadar kabarıktır ki! Ancak bunların içinde yaşlılara yer yoktur. Buradaki esas mesele yaşlı kimseler acizdir ve yardıma ihtiyacı vardır. Düşünelim! Dünyanın en kötü insanını polis silahla vursun ve kanaması var. Sağlık görevlisi:
-Bu zaten kötü biri, bırakayım ölsün!
bu şekilde mi düşünüp davranır, yoksa orada aciz ve yardıma muhtaç birine davrandığı gibi mi davranır. İnsanın yaşlılığını da bu şekilde değerlendirebiliriz. Artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiştir ve mazisindeki hataları, kusurları silinmiştir. Yardım bekleyen suçlunun halindedir. Elbette yaşı genç, ruhu genç kimselere bu durumu izah edemezsiniz. Daha doğrusu izah edersiniz de onlar farklı gözlük takarak olayı değerlendirir. Ne diyelim izan ve anlayış; birey kendi zihninde kurduğu toz-pembe düşüncelerini her daim doğru gördüğü sürece, bu kısır döngüden çıkamaz. Ortada suçlu olmadığı halde, suçlu arar. Ortada yaşanan bir hayat, yardıma muhtaç sevgi kırıntısı bekleyen yaşlı vardır. Ancak kendi de aciz hale gelip, yardıma muhtaç olduğunda bu elim durumu anlayabilir. Vesselam.
Bazen düşünürüz: Dinini diyanetini bilen, insanlara bir şeyler öğretmek için özel hayatından fedakârlık yapanlar vardır. Zira bunlar doğruyu, eğriyi iyi biliyordur. Yaptıkları zaman doğru yaparlar, konuştukları zaman doğru konuşurlar. Bunun yanında dini eğitim veya okul eğitimi almamış cahil insan dediğimiz bazıları da vardır. Onları küçük görürüz, cahil görürüz. Yaptıklarını önemsemez, hafife alırız. Oysa onların bazı davranışları var ki insanı düşündürür.
Çok Okumak ve Çok Bilmek Sizce Yeterli mi?
Cahil gördüğümüz kimse misafir gelen yaşlı akrabasına hürmet eder;
-Kalk teyze, seni bir güzel yıkayayım. Sırtını keseleyim de rahatla!
Der ve yüksünmez, tiksinmez ve vazifesi de değildir. Bunu yapmaya mecbur değildir ama yaşlıya hürmet der, kendi Kötü! Olsa da yüreğindeki merhamet bunu yaptırır. Oysa ömrü hayır için bir şeyler öğretmekle geçen biri, onca sene yanında kalan yaşlıya böyle bir teklifte bulunmaz. Karakter meselesidir, düşünce meselesidir.
Gelin kaynana didişmesi birçok ailede vardır. Bunu kimi ağız dalaşıyla sesli yapar, kimi sessiz ve psikolojik baskıyla yapar. Kiminin sesi çıkar ama edebi çıkmaz, haddi aşmaz. Kiminin ağzından uzun süre tek kelime çıkmaz ama söz çıktığında haddi de aşar, edebi de aşar.
-Evin gelini kaynanasıyla yüksek sesle ama bağırmadan, hakaret etmeden tartışıyor. Yanlarında bulunan On üç yaşlarındaki gelin hanımın çocuğu, aynı zamanda kaynananın torunu bu tartışmaya dayanamaz ve yaşlı kadına, ninesine bağırır;
-Anneme bağırma, kes sesini!
Böyle bir kavgada böyle bir tepki veren oğluna, gelin hanım acaba ne der.
-Aferin oğlum, benim yanımdasın!
Ancak o cahil denilen, okumamış denilen, o köylü gelin böyle demez. Oysa şehirde yetişmemiştir ve okula da gitmemiştir. Evlenene kadar zalim bir baba ve ezilmiş anne ile büyümüştür. Hayata küskündür. Zorlu işlerde çalışmış, hayvan pisliği içinde büyümüştür. Ama o güzel insanın içindeki cevheri bunlar kirletemez. Kaynanasıyla kavgayı bırakıp, on dört yaşındaki oğluna dönerek;
-Sen karışma! Onunla benim aramda. Büyüklerine karşı terbiyesizlik yapma. Odadan çık!
Bu tavrıyla içindeki cevheri göstermiştir. Zira bir insana iyi/kötü diyebilmek için kavgada gösterdiği davranış da bizler için mihenk taşıdır.
Duyguyla Hareket Ettiğimizde Akılla Mahcup Oluruz
Oysa okumuş ve her şeyi bilen evin geline, kocası, annesine yaptığı davranışın yanlış olduğunu söylemeye kalktığında ne olur. Elbette bu kimse ömrünü; insanlara bir şeyler öğretmeye adamış, okumuş ve tahsilli biri olduğunu göz önünü aldığımızda;
-Hatam neymiş? Hatalıysam bir daha işlemem, değilsem konuşup açıklığa kavuşturalım!
Demesi gerekir diye düşünebiliriz. Düşüncelere gem vurulamaz. Düşüncemiz bir anda buradadır, bir anda Fizan’dadır. Oysa böyle olmaz.
Yanına aldığı kızıyla veryansın eder. Eşinin içindeki en güzel duyguları kırar, parçalar. En sonda dahi söylenmeyecek sözleri sarf eder. Hakaretteki ölçüyü o kadar kaçırır ki sözler bedduaya döner. Cahil ve köyde yetişen gelin hanımın verdiği tepki ile şehirde yetişip okumuş bir kimsenin verdiği tepkiyi hadi kıyaslayalım.
Yaşadığımız sürece bir çizgimiz, bir sınırımız olmalı ve onu aşmamalıyız. Çok zorlansak da yıkılsak da darılsak da o çizgiyi aşmamalıyız. Zira duyguyla çıktığımız dikenli yoldan aklımızla dahi geri gelmemiz neredeyse imkânsızdır.
İnsanlarla geçinmek zor zanaattır. Nasıl karşıdan fedakârlık bekleniyorsa, yerine göre de fedakârlık yapmak gerekiyor. Bir kimsenin ebeveyninin haklı veya haksız olması gibi bir durum olamaz. Elbette bu karşıya zulmetme ve hakir görme hakkı vermez. Ama her şeye rağmen bir kimsenin anne ve babası kıymetlidir. Çocukları onları her halükarda koruyup kollamak zorundadır. Zira nasıl bir zamanlar biz çocuk ve acizken onlar bizi koruyup kollamıştır bu vefa borcunu bir kalemde silip atamayız. İnsanlar başkalarına karşı çok müsamahakâr davranıp, orta yolu bulmaya çalışsa da maalesef kendi yakınlarına bu toleransı tanımaz. Bırakın yanlışı, ufacık bir yanlış anlamayı dahi bayrak yapıp en yakınına savaş ilan eder.
Yaşlı Bireyler Hiç Değildir, Onlarda Canlı Bireydir
Şimdi saksı olması beklenen yaşlı kadın; yıllarca yüksünmeden kayınpederine baktı. Tembel kayınpederin iki erkek çocuğu vardı. Birinin karakteri kaya gibi sağlamdı. Diğeri dünya değirmeninde törpülenmiş, kendinden menkul biriydi. Karakterli oğlu babasını ziyarete gider. Camdan babasının içeride yattığını görür ama kapıyı açan yoktur. Hasta babasının yerinden kalkacak mecali yoktur. Bir süre bekleyen çocuk kimse gelmeyince camı kırar ve babasının yanına girer. Üvey annesi hasta babasını bu halde bırakıp iki gündür kendi çocuklarının yanındadır. Ne zaman geleceği de belli değildir.
Adam düşünmez, evdeki hanımı ne der? Sırtlanır babasını kendi evine getirir. Evi iki odalı gecekondudur. Bir odasını babasına verir, diğer odada dört çocukla kendi kalır. Gecekonduya bir oda ilave edebilmesi iki sene sürer. Zira baba tek başına çalışıp ailesini geçindirir. Şimdiki gençler gibi hayatı sorgulamaz, özel hayatını sorgulamaz. Sonuca odaklıdır, çözüme odaklıdır. Yaşlı dede oldukça tembeldir. Bunun yanında geceleri korktuğu için evin dışındaki tuvalete korkar, gidemez. Oysa yaşlı kimseler gece birkaç defa tuvalete gitmek zorundadır. Nitekim tembel ve korkak dedemiz bebeklerin kullandığı lazımlığı kullanır. Sabah olunca torunları, gelini temizler. Hiç biri sorgulamaz, hiç biri tiksinmez, hiç biri yüksünmez, hiç biri yüzünü asmaz. Bu hadise yıllarca sürüp gider. Dedenin oğlu sert mizaçlıdır, babasına hakaret etmeden kızar. Bu yaptığının yanlış olduğunu söyler. Böyle yapmamasını ister. Ama aile bireyleri üstelemez, sitem etmez.
Bu Güzellikler Olmasa Umutlar da Olmazdı
Elbette güzel örnekler de var. Şöyle özetleyebiliriz. Nişanlı genç delikanlının validesi rahatsızlaşır. Zor ve belki de tedavisi mümkün olmayacak bir hastalıktır. Hastalığı kısa zamanda ilerler ve kadın bakıma muhtaç hale gelir. Oysa kadının eşi de oğlu da çalışmak zorundadır. Buna karşılık evde hasta kadına yardımcı olacak bir yakını da yoktur. Oysa düğüne de henüz sekiz ay vardır.
Kimsenin aklına gelmeyen çözüm yolu gelin olacak hanım kızın aklına gelir. Kızın ailesi karşı çıkmaz onaylar, çocuk evi içinse akla gelmeyecek bir çözüm yoludur. Gelin adayı düğüne kadar kaynanasına bakıp, yardımcı olmak için onların yanına gelir. Kendine tahsis edilen odada kalır ve sadece kaynanası olacak hasta kadınla ilgilenir. Yemeğini yapar, evini temizler ve çamaşırlarını yıkar. Mütedeyyin ailedir ve oturup kalkma, konuşma usul ölçüsündedir. Nişanlı kızın kaynanasına bakmayı kabul etmesinin yanında kendinin teklif etmesi dahi ayrı bir meziyettir. Buna karşılık sökülen hırkasını, tersleneceğini düşünerek gelinine diktirmeyi dahi teklif edemeyen kaynanalar var.
Yaşlı kadının oğlu işlerinin yoğunluğu nedeniyle birçok şeyden fedakârlık yapıyor ne kendine ne de evdeki annesine fazla yardımcı olamıyor. Kâtiplik olduğu için hafta sonlarını evde çalışarak geçiriyor. Bacakları hareket etsin diye arada bir evin içinde dolaşırken annesini odasında ağlar görüyor. Yaşlı anasının yanına gider ve ne olduğunu sorar. Elindeki hırkayı gösterir, düğmesi kopmuştur. Hemen yanında kocaman yorgan iğnesi vardır. “Düğmem koptu, dikmek istiyorum. Sabahtan beri koca iğneye ipliği geçirmek istiyorum, geçiremiyorum. Oysa gençliğimizde ne işler yapardık.” Diyerek sustu. Elbette oğlu niye kendisine veya gelinine söylemediğini sordu. Yaşlı kadın “Senin işin çok seni meşgul etmek istemedim.”
Kendini İdare Edemeyen Yaşlının Vay Haline
Alzheimer başlangıcı bulunan kadın aynı zamanda hastalanır. Birden bire ilerleyen hastalığından dolayı yoğun bakıma yatırılır. Bir iki hafta içinde kendini biraz toparlar ve yoğun bakımda olmasına rağmen uyanıktır. Bu zaman zarfında acil olması hasebiyle özel hastanededir ve bakımı gayet güzel şekilde yapılır. Bir ay sonra hastaneden çıkması için tahliller yapılır ve sonuçlar iyiye doğru gitmektedir. Bu arada bir oğlu bir kızı vardır ve kızı dul ve kendi evinde yalnızdır, ayrıca evi giriş kattadır. Buna karşılık oğlunun evi beşinci katta merdivenli ve eski binadır. Ancak yaşlı kadının sık sık hastaneye fizik tedavi için gitmesi gerekecektir. Yaşlı kadının kızı; annesi hastaneden daha taburcu olmadan “Ben bakmam!” diyerek ayak diretiyor. Oysa oğlu çalışmak zorundadır ve evi de hasta annesine bakmaya uygun değildir.
Heyhat! Gelin görün ki şimdilerde durumlar nasıl. “Dedenin takma dişi var, yemek yerken ses çıkarıyor” diye dedesi sofraya oturunca sofradan kalkan torunlar var. Kaynanası, anlamadığı bir şeyi tekrar sorunca suratını asıp burun kıvıran gelinler var. Yanında tartışan gelin kaynanayı duymazdan gelen çocukları var.
Gelin Bizler Sadece Düşünelim
Yaşlılar acizdir ve yardıma ihtiyaçları vardır. Gönüllerini hoş tutup hürmet etmek gerekir. Annesine veya babasına hürmet eden hanımına; saygı duymayacak erkek göremiyorum. Tuhafıma giden, akılla çözemediğim bir nokta “Her genç bir gün yaşlanır, aciz hale gelir.” Bu gerçeği bilen kadın veya erkek hangi cesaretle, hangi güçle ebeveynine hürmetsizlik edebiliyor. Hayat bayrak yarışı gibidir, ama bayrağı kimin taşıyacağı belli değildir. Gelin! Sakin bir köşeye çekilip kendimizi hesaba çekelim. Onca yılın tecrübesine sahip yaşlıların haklı oldukları hiçbir nokta yok mu? Her zaman gençler mi haklı.
Etrafımızdaki insanların yaşayışına baktığımızda neslin artık ıslah olamayacak aşamaya geldiğini görüyoruz. Yaşlanıp aciz hale gelenler ancak huzur evinde kalırsa rahat ederler. Zira yeni neslin hayatı o kadar dinamik ve her konuda o kadar haklılar ki; onlara ne bir şey izah edebiliriz, ne de iletişim kurabiliriz. Zannedersem elli yaş ve üzerindekiler halden anlayıp yaşlıya bakma ödevini yerine getiriyor. Ancak bu yaşın altındakiler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Belki insafsızlık olacak ama görülen de yaşanan da bundan ibaret.